Gazetemiz köşe yazarı Yener Kazan'ın 'ÇORAK TOPRAĞIN YALNIZ GÜLÜ GÜZİDE' adlı köşe yazısı

Hayatı talihsiz başladı, zorluklarla devam etti. Ağaca çıktığı, gizlice komşunun bademini yolduğu, kırda, bayırda, çayırda, çimende kelebekler gibi uçarak koştuğu, doyasıya güldüğü, çığlık attığı, dans ettiği, renkli uçurtma uçurduğu, ebeleme, seksek, beş taş, yakan top oynadığı, doyasıya tat aldığı, kır çiçekleriyle bezenmiş dağın ötesinden beyaz atlı prensinin her an çıkıp geleceğini hayal ettiği bir yaşta mutluluğu yarım kaldı. Güneşin başka doğduğu, gülün başka koktuğu, kanının coşkun seller gibi aktığı, çocuk yaşında daha on üçünde hayalleri sona erdi.

Çocuk zekâsıyla hiçbir şey anlayamadı o yaşlarda. Düşünemezdi, sorup sorgulayamaz, itiraz hakkı hiç yoktu. Bir sevdiğin var mı diye kimse sormadı. Bez bebeklerle oynadığı, çamurdan evler yaptığı yaşta annesinin itirazına ve direnmesine rağmen zalim babası sevmediği, uğursuz biriyle evlendirdi. Akılız, şuursuz küçük bedeninden üç kat daha iri yarı vahşi görünümlü eşi daha ruhu uyanmadan, bedenine su yürümeden düzmeye götürdü. Salyaları yüzüne akıtarak hayvani şehvetle on üç yaşında çöktü başına, kırdı belini. Cehalet ve güçsüzlükten doğan tüm vahşilikleri yaşadı üzerinde yaşadı. O genç kızlığını yaşayamadı. Masum ama sahipsiz ve çaresizdi.

Oysa içinde tek bir sevgi vardı o yaşta, okuyup faydalı insan olup, kendini değerli hissetmek, itibarlı bir meslek sahibi olmak ve de sevdiği biriyle evlenmek. Renkli çiçeklerin, sevimli böceklerin peşinden koşarken birden perili, kavallı, masallı bir dünyadan aklın, mantığın alamayacağı, kendi hür iradesinin ve düşüncesinin yok sayıldığı, anormal kaideler ve kuralların dayatıldığı bir ortamda buldu kendini. Kızların kaderiydi erkek egemen toplumda. Kendi kaderini kendin çizemezsin, kendi hayatını kendin yaşayamazsın. Söz hakkın yoktur, büyüklerin kimi uygun görürse ona varırsın. Bağımlı olursun mutlaka birilerine veya bir yerlere. Babaya, anaya, ağabeye, çevreye, töreye, asırlar öncesinin genel kabul görmüş, kökleşmiş, çağdışı kalmış uydurma dinsel, toplumsal, kurallarına. Küüt diye bulursun kendini anormal bir ortamda.

“Kızını dövmeyen dizini döver. Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya kaçar ya zurnacıya. Sen artık memeli -mestanlı kız oldun, ortalıkta pek gezinme, otur ananın dizinin dibinde. Kızı fazla tutmayacaksın, ayıkmadan, gözü açılmadan bağlayacaksın başını, vereceksin bir kapıya.” Hepsi milattan önceden kalma şark zihniyeti. Çok çileler çekti, acılara katlandı. Çocuk yaşta çocuğu oldu, derken bir daha, bir daha, dört çocuk doğurdu cehaletinin kurbanı oldu. Kendi küçüktü ama yılmadan usanmadan hayata tutunmaya çalıştı. Bazen aç bazen susuz kaldı. Bazen de kan kustu soranlara kızılcık şerbeti içtim diyerek acısını kimseye belli etmedi. Yaşamına bir anlam katabilmek, var olabilmek, çocuklarının ve ailesinin mutluluğu sağlayabilmek uğruna kendi mutluluğundan vazgeçti. Ağır bedenen işlerde çalıştığı halde emeğinin, alın terinin karşılığını alamadı, çoğu işvereni sigorta bile yapmadı. Ayakta kalabilmek, var olabilmek adına insanüstü çabalar göstererek yılmadan usanmadan her işe koştu. Gece yarılarına kadar çalıştığı beden işinde küçük bedeni çoğu zaman yorgun düştü.

Yetinmedi temizlik işlerine koştu. Talihi bir kez olsun gülmedi. Çaresizliğine, ekonomik perişanlığına rağmen yüzünden gülmesi eksik olmadı. Her acıya, ağır ve zor işlere katlandı yıkılmadı amma en yakınlarının küçük düşürücü sözlerine ve aşağılanmalarına dayanamayıp ağır sağlık problemleri yaşadı. Tam üç defa hastanelik oldu. Ameliyat masasında sabahın 07.00’sinden akşamın 19.00’una kadar on iki saat ölüme karşı direndi. En yakınları bile aramadı. Yüzüne gülen tüm akrabaları kısa mesafede oturmalarına rağmen ziyaretine gelmedi. Girdiler kanına daha on üç yaşında. Yarım kaldı çocuksu aşkı, sevdası. Kendi yaşayamadı ailesi için yaşadı. Herkesin maskeyle dolaştığı bu çağda kim iyi kim kötü bilemedi. Kendi ağır yükünün altında ezildi. Bedeller ödeyerek tükendi. Yüzüne gülen eşi, dostu, yakını çoktu ama dönüp arkasına baktığında gölgesinden başka kimseyi göremedi. Tek bildiği, güvendiği eli ayağıydı. Bu yüzden her daim dua ederdi “Allah’ın düşersem yalnız sen kaldır beni” diye. Çorak toprağın yalnız ve sahipsiz bir gülüydü Güzide.